Tek Sayfalık Hikaye (Bölüm 2)
'kendi katarında yol alanların güneşi ufukta batmaz imiş,'
cümlenin devamını getirmeden kitabı elinden bırakıp, perdesinin uçuştuğu cam kenarına geçti. Alışkanlıklarından vazgeçmeye çalıştığı bir dönemde, okuduğu cümleleri ilk okuyuşta anlaması oldukça güçleşmişti. Camın pervazına yasladı bedenini. Gün batmış, dedi kendi kendine. Bunun bir önemi olmadığı halde sesli düşünmeyi tercih ederdi. Manası olmayan sesli cümleleri son zamanlarda artış göstermişti. Sokağı uzun ve boş bakışları ile bir uçtan diğer uca süzdü. Kalabalık kendi inine çekiliyordu. Siz buna el ayak çekiliyordu deyin. Sanki sokağın ortasında siyahi birini asmışlar. Beyazlar ülkesinde aykırı olanın katli dikkat çekerdi, diye düşündü. Belki de şu uzaktan izleme işini bırakıp aralarında gezinmesi gerekirdi. Kim bilir bir sokak müzisyenini dinler, es kaza birine çarpar, bir başkasına yol tarif ederdi. İnsan olmayı özlediği günlerden geçiyordu. Evden çalışma işi onu olduğundan asosyal hale getirmişti. Ve başlarda tutkunu olduğu yalnız yaşama düşüncesi, gün geçtikçe kapısı çalınmayan ama gözü yolda yaşlı insanların mutsuzluğuna evriliyordu. Hiç tereddüt etmeden kalplerini kırdığı eski dostlarını, telefon rehberinin karanlık satırlarından kurtarması için bir başlangıç yapabilirdi. Ya da yüzünü senede bir ya da iki kez görmenin yetip de arttığı abisini görmek için yola çıkabilirdi. Bir yerlerde ondan bir haber büyüyen bir yeğeni bile vardı. Yeğenini sokakta görse tanımazdı! Ama bu kadının sorunu bu! Ortasını tutturamamak. Ya tam ödün vermek kendinden ya da kendini vermemek hiçbir şeye. Uçlarda yaşayan, uçurumdan kaçamaz. Tüm bunlar absürt bir şiirin uyumsuz mısraları gibi zihninde dönerken, portmantodan ceketini ve anahtarlarını aldı. Kapısı asla çalınmayan kapının anahtarlarını. Çekip çıktı kapıyı. Keşke hayatındaki tüm olumsuzlukların kapısını da çekip çıkabilseydi, diye düşündü. O ilk adım; dış dünya ile ilk temas, anne rahminden çıkılan o ilk an gibi hissettirdi. Elini kolunu nereye koyacağını, ne tarafa gideceğini bilmez halde sokaktakilere uyum sağlamaya çalışıyordu.
Bakın, biz aslında her gün bu hissi asla anlamlandırmaya çalışmadan yaşıyoruz. Hep birilerine uyumlanmaya, hep kabul görmeye, ait olmaya, doğru olmaya çalışıyoruz. Ömrümüz bir başkalarının doğrularını yaşamaya çalışmakla, hep bir başkasının adımına yaklaşmak için koşmakla geçti. Aslında hepimiz mutsuzluğu amaç edinmiş bu kadın gibiyiz. Sadece o bizler gibi mükemmeliyet maskesini yüzünde taşımamayı tercih ediyor.
Esnafların sesi akşam pazarını canlandırmak için yükselirken, kulaklıklarını yanına alıp almadığını kontrol etti. Almamış olmasına üzüldüğünü söylemek yanlış olur. Zaten 7/24 minik ekranların ve hareket kontrolsüz bilişimin içinde kaldığı için bu kadar yabanileşmişti. İnine dönmek demiştik ya her daim ininde olanlar buna böyle derler çünkü. Kaldırımlara karşılıklı park edilmiş araçlar yolu iyice daraltmıştı. Yanından geçen insanlarla çarpışmamak için üst düzey bir çaba sarf ediyordu. Otokontrolü asla bırakmamak onun zihnini her daim yoran başka bir etmendi. Sokaktan güç bela çıkıp sahil yoluna saptı. İnsanlar nemli çimlerin üzerinde ne de güzel uzanmışlardı! Denizin tuzunu ve havanın çiğ basıklığını hissetmeyeli çok uzun zaman olmuştu. İnsanlar hep bir yere yetişmeye çalışıyor gibilerdi. Öyle sakin, durduğu yerde duran kimse dikkatini çekmemişti. Belki de bugün, burada olmamım amacı öyle durduğu yerde duran kişi olmaktır, diye düşündü. Hani hepinizin her işi harikulade yaptığı, sürekli akıllar verdiği, doğruluğuna ikna etmeye çalıştığı dünya düzeni var ya (!) belki de onu yıkmaya gelmişti. Herkes tarafından sadece farklı olduğu için yaftalanmıştı. Bu hissi hayatında bir kez olsun yaşamış olanlar dahi bilirler ki; anlamlı bir paragrafta, devrik bir cümle olmak elbette daha az incitici bir tabir olurdu.
Öylece durdu orada. Yanından gelip geçenlerin konuşmaları kulağına değiyordu. Hem herkesle iç içe hem kendi başına kalmayı yine başarmıştı işte. Aşıklar görüyordu kol kola. Hiç yalansız içi titriyordu. Kıskanmak değildi bu, imrenmekti. Hani bisiklet almışlardı komşunun kızına, kırmızı, üç tekerli.. Babasının gözlerinin içine içine baktığı ve asla ikna edemediği günlerdeki gibi, o kırmızı bisikletli kıza imrenmesi gibi..
Ne kadar istiyoruz biri tarafından sevilmeyi, dedi. Belki duyanlar bile olmuştur bu cümlesini. Hoş bazen camdan sokağa bakarken, bunu haykırmak istediği anları da olmuştu. Asla bu çağın yalnızlığını değişmezdi, gelip geçici aşk rüzgarlarının esintisine. Ama ne kadar istiyoruz biri tarafından sevilmeyi. Biri gelsin ve bizim tüm duygularımızı fethetsin istiyoruz. İnsanlardan bu denli kaçan bir kadın için, içten içe arzulanan bu teslimiyet elbette kendi içinde bir devrimdi.
Elma ağacından kiraz beklemek, işte hayatının kördüğümü.
Denize baktı, midye tablasına, aşıklara bir kaç kez baktı.. Bugün için bu kadar yeterli, diye düşündü. Geldiği yoldan geriye dönmeyi iyi bilenler, elbette pusulaya ihtiyaç duymazlar! Ve korkmazlar kaybolmaktan. Hangi sokaktan sapmıştı sahil yoluna, hatırlayamadı. Önemi var mıydı? Yoktu.
Kendi içine asla dönememiş herkese..
Yorumlar
Yorum Gönder