İÇ KONUŞMALARI - XXIX
Bir yere ait olmayanları iyi tanırdım. Sokak aralarında başı
öne eğik yürüyenlerin sırtlarında taşıdıkları görünmez yükleri görürdüm. Yaralarını
örtenleri , kendi yaralarımdan bilirdim. Bu dünyadan öylesine gelip geçiyor
olamayız, derdim. Ama her sabah aynı yoldan gelip geçerdim. Bir kopyasını hep
bir sonraki güne iletirlerdi sanki.
Sabah aynadaki yüzüme baktım. Uzun bir bakışmadan sonra parmaklarımı yüzümde gezdirdim. O yumuşak dokunuşlar çok özlediğim bir merhameti yüreğimde canlandırmıştı. Yalnızlığa alışmış insanların özgürlüğü ile karanlığının bir aynada karşı karşıya geldikleri ilk ana tanıklık ediyordum. Bu evrene ait değildim, burada nefes alamamam bu dünyanın havasının dahi bana ait olmamasındandı.
*Bilge Karasu’nun balık hikayesinin sonunda dediği gibi,
'' Tuhaf değil mi, kurtarmak istediği şeyi kurtarmak için ne gerekiyorsa yaptığını sanan kişinin, ömrünün sonunda o şeyi boğmakta en büyük payı kendi eliyle getirmiş olduğunu anlaması?''
Düşüncelerimin içinde konuşan bir sesle yaşayalı kaç yıl olmuştu. Bu ses hiç susmuyordu. Gece karanlık bir odada uyurken ya da kalabalık içeresinde öylece dururken, toplu taşımada dip dibe olduğum insanların sesleri kulağımı delip geçerken dahi bu ses hiç durmuyor, hiç susmuyor, hiç yorulmuyordu.
Ne yapmak istediğimi bilmediğim bir dönemdi bu. Ne istediğimi bilmemek yük olmaya başlamıştı. Çünkü en kötü kararlar dahi kararsızlık içerisinde kıvranmaktan iyiydi. Sürekli sonucunu düşünerek adım atmaya çalışmak neticesinde durduğum yerde durmama sebepti. Birden bir ana yolun sekiz farklı yola ayrılması gibiydi. Sekiz ya da sonsuz. Cebimden ezilmiş sigara paketini çıkardım. Paketin içerisinden bir sigara çektim. Bu aidiyeti bile taşıyamaz olurdum bazen.
Yorumlar
Yorum Gönder