AYGÜL
Şehirlerin gölgesinde bir ücrada idi köyüm. İlk yaşım, ilk düşüm. Gözlerimi açtığım bu bozkırın, bu evrendeki tek dünyevi cennet olduğuna yemin verirdim. Adım Aygül. Rahmetli babam koymuş adımı. Daha dün gibi adımı çağırışı… ‘ay’ın gülü, gönlümün gülü, Aygül!’
Gevaş’ın köylerindeki kızların, ay ışığında çok kaldıkları için ay yüzlü
olduklarını anlatırdı nenem. Bileydim bugün cehenneme dönecek dünyam lanet
ederdim yüzümün pakına!
Ben Aygül. Ay güzeli, baht karası…
Babamın tabutunu koydular avluya. Evden son kez çıkacaktı babam. Son kez?
Son ha! Ne de uzun boyluydu. Omuzlarına alır, dere boyunca koştururdu beni. Hasat
vakti tarlaya giderdik, kara batardık, elma toplardık dalından. Heybetli
adamdı. Köşeden kahveye dönen yolu yürüdüğünde sokağa bir tenhalık çökerdi.
Masasına oturan destur çekerdi. Korkuları kadar saygıları da sevgileri de
büyüktü şüphesiz. Şimdi, gölgesine sığınmış adamların omuzlarında geçiyordu o
sokaktan. Avlunun köşesinde Ziya Emmi cigarasını çekiyordu. Tek damla yaş akıtmadı
ağabeyinin ardından. Ama gözlerine bir keder çöreklenmişti belli. O ana dair
hatırımda kalan ilk görüntü çatık kaşlı amcamdı. İkincisiyse babamın tabutunun olduğu
duvarın dibine çökmüş annemdi. ‘Mahmut kalk kurbanın olum! Evimi
obamı çürütme kalk. Ahtım olsun kalk…’ elleri ile toprağı
avuçluyor sonra bir hışım dizlerini dövüyordu. Feryadı figanı saatlerce
günlerce dinmedi. Hiçbirimizi görmedi gözü. En küçüğümüz üç yaşını yeni
bitiriyordu. Sanki bildi de anasızlığına ağladı günlerce. Babamın cenazesinden altı ay sonraydı. Ben, annem, ağabeyim ve ardımızda yedi öksüz.
Babamdan sonra civar köylerin yevmiyeli işlerine de gider olmuştuk. Canla başla
çalışıyorduk. Tüm çabamız evdeki sıcak çorbadan gayrısı değildi. Tam düze
çıktık derken ağabeyimi askere çağırdılar. Biz iki kadın, kalmıştık bir
başımıza. Saçında kına, tırnağında toprak
iki yetim. Anneme çok dil döktüler;
- ‘Evlen, genç kadınsın. Dul kadına iyi bakmazlar hem nasıl
yapacaksın bunca çocukla bir başına…’ diye. Nuh dedi
peygamber demedi.
-‘Ben Mahmut’un yolundan çıkmam! Dul da benim yetim de!’
Çok sevdalanmış vaktiyle babama. Deselerdi ‘ver canını,
yaşasın Mahmut’ , bir saniye dahi
düşünmezdi. Babam göçeli aylar olmuştu. Cenaze gününden sonra Ziya Emmi’yi hiç
görmedim bizim avluda. Babam çok severdi kardeşini. Pek korur kollardı. Amcama
emanet bellerdi bizi her konuşmasında. Emanet alma anlayışını o gün
anlayacaktım. Kara bir kış geçirmiştik, tam bahar geldi gönül gülleri şad
olacak dediğimde amcamla annemin arka bahçedeki konuşmalarını işittim:
-‘Zeynep yenge acını bildiğimden konuşmaya dilim dönmedi
bunca vakit. Ağabeyimden sonra bu avluya girmek haram oldu bana’ bir eli ile yüzünü
ovuşturuyor, kederli davranmaya çabalıyor gibiydi.
-‘ Bildim Ziya, bilmem mi! Mahmut gitti amma bizi de peşinden
aldı da gitti.’
- ‘ duydum ki evlenmem demişsin, bunca yetimle kadın başına
nasıl olur yenge? Bizim halımızda belli, biliyorsun yani, yoksa… Yani...’ aylarca kapısından geçmediği eve günah çıkarmaya
gelmişti amcam. Annem tüm saflığı ile alttan alıyor onu sabırla dinliyordu. ‘yani
demem o ki bak Aygül evlenecek çağa geldi. Seni anladım ama onu baş göz etmeli.
Köy yeri, iti kopuğu musallat olmasın kıza. Ağabeyimin kemikleri sızlar
mezarda. Bilirsin Aygül gözünün nuruydu.’
-‘yaaa Ziya iyi dedin, iyi dedin de kime verelim nasıl
verelim. Aygül elim ayağım oldu benim.’
-‘yabancı değil yenge, ben Aygül’ü bizim Abdo’ya alayım
isterim. Amca kapısıdır el sayılmaz. Allah’ın da izni ile he de sen bu işe.’
Ayaklarımın bağı çözüldü o an. Dizlerimin üzerine düşmüştüm. Annem ne
dedi amcam ne sordu duymadım. Dünya durdu. Ses kesildi. İki hece dilimde: ‘Meh-met!’
Ah Memed’im. Canım, eksik yanım. Onu ilk karşıki köyün hasatında
gördüm. Köşeli kasketinin altında beyaz mendili, güneşin anlında suyu çıkmıştı.
Ta öteden gördüğümde, yüreğime geldi bir kırlangıç ürkekliği çöreklendi. Daha
önce kalbimin yerini dahi bilmiyormuşum, o gün Memed’imi görünce anladım. Arka
arkaya üç hafta gittim karşıki köye. Beni görsün diye yazmamı sık sık açar da
bağlardım. Hasat bitip Hasan Ağa maraba sofrası kurunca denk geldik
birbirimize. Büyük kara gözleri içime işlemişti. Zaman su gibi akıyordu, onun
olduğu yerde olduğumda. Kal deseler saatlerce günlerce çapa vururdum şu çorak
toprağa. İş bitip de köye dönerken kızlardan ayrıldım yol ayrımında. Bir meltem
ki yüzüme çarpıyordu. Yumdum gözlerimi, gözümün önünde Mehmed’in gözleri.
Derken ardımdan gelen sesle irkildim. Beyaz kısrak üstünde bir yiğit ki
görseniz şanına hayran kalırdınız. Yanıma kadar sürdü atını. Geçip gidecek
sandım yanımdan arkama baka baka yürüyordum ama o geldi tam yanımda indi
atından. Tek kelime etmiyorduk. O sanki yüzümü resmedecekti de her detayına
bakıyordu.
-‘nereden gelir nereye gidersin?’ dedi. Yüzüm yüzünde,
gözlerinin içine gözlerimi mıhlamışım
ama dilim lal olmuş. Ağzımı açıp da tek kelam edemedim.
-‘ Ak Kız! Adını lütfet bari. Nedir senin
adın?’
- ‘Aygül...’ dedim. Sesimi kendi kulaklarım zor işitmişti.
Atının kayışını tutup benimle yürümeye başladı
- ‘ Ak Kız! Bildim seni. Bildim de yüzünü,
gözünü, şu fukara yüreğime işleyen özünü sen bildin mi?’
Ben tarlaya gitmeye, Mehmet’i görmeye devam ettim. Haftalar ay oldu.
Dere boyunda otururduk bana maniler okur, türküler söylerdi… ‘suya gider allı gelin has gelin, bu güzellik sade
sana has gelin… bilmiyon mu benim sana yandığım, ellerin köyünde garip
kaldığım’
O gün bana ‘tamam zağar. Vaktidir. Gel he de karı-koca olalım.
Yol ayrımından öteye gidişini izlemek istemiyorum artık.’ Dedi.
Yüreğime o ilk gün gelip yer eden kırlangıç kuşu kanat çırpıyordu
içerimde. Yuvasına kış günü bahar açmıştı. Eğdim yüzümü, ellerimle ağzımı
kapattım. Görmesin yüzüme yayılan gülümsemenin büyüklüğünü diye. Konuştuk her
şeyi. ‘Bu
ayın ilk Perşembe akşamı babamı da alıp geleceğim’ demişti.
O kurban olduğum Perşembe’den bir hafta evveldi. Arka bahçemizde, gâvur
amcam, beni oğlu Abdo’ya istiyordu. Hayatım kurtulurmuş,
yolum yurdum belli olurmuş. Ağabeyim de yokmuş, evimize bir erkek gölgesi şart
olmuş.
Annemin bu
anlattıklarını dinlerken gözlerim semaverin bacasındaki dumana takılmıştı. Tüm
bu dağlar, ovalar üzerime çökmüştü sanki. Diyemedim; ‘anne gönlüm bir sevdanın
peşinde, beni yaşarken mezara koyma!’ diyemedim. Çaresizdi, belli gönlü alıyordu bu
evliliği. Tamam demiş buyur etmiş evvelsi akşama…
Yağmurun şiddetle cama vurması, sabah ezanının yanık tınısı, gözümün dinemeyen yaşı birbirine harman olmuştu. Birden yattığım yerden ayağa fırladım. Başıma büyük bir şal doladım. Koşar adım Memed’e gidiyordum. Bunu duyacaksa da el sözünden değil yar sözünden bilmek hak’tı ona. Köy kahvesinin ilerisindeki otlak alanda gördüm Memed’i. Beni görünce kara gözleri kocaman açılmıştı. Olanı biteni bir çırpıda anlattım. Vakit yoktu. ‘kaçalım’ dedi ama şu ahir ömürde yetim kaldığım yetmişti bir de anamın ahtını alarak, yüzünü yere eğerek yaşayamazdım. Bazen sevdadan ağır basardı vicdan. Vicdanım annemi bir daha öldürmeye el vermedi. Memed anlamıştı. ‘ayağın taşa değmesin’ dedi, atını dağlara doğru sürdü… Islak toprak, şiddetli yağmurla çamur olmuştu. Bata çıka, Perperişan yol aldım. Dizimin bağı çözülmüştü eve vardığımda. Avlunun ortasında, yığıldığım yerde ağlamaktan göz kapaklarım kapanmıştı. Ne kadar kaldım orada, bilmiyorum. Akşam hava kararanda, Ziya Emmi sevimsiz karısı Gülten’le oğlu Abdo’yu yanına alıp kapımızı çalmıştı. Abdo, abimden bir yaş ufaktı. Çok konuşmaz, sinsice insanları izlerdi. Namı karıdan-kızdan çok yol tutmuştu civarda. Kaçak tütün satardı. Dal gibi incecik, sıska bir oğlandı. Bunca sene doğru düzgün iki kelam etmediğimiz amcaoğluma isteyeceklerdi beni. Her şey birden olup bitti. Ziya Emmi ‘beklemeye hacet yok. Tez vakitte kuralım düğün alayını’ diyordu. Üç gün sonra köy meydanına masalar kuruldu. Kazanlarda düğün pilavı karıştıran kadınlar, ağaçlarda sarkaç ampuller… Ziya Emmi tek oğluna anlı şanlı düğün yapacaktı elbette! Davullar zurnalar… Meydanın orta yerinde oynuyordu. Etrafını saran köylü alkışlarla ıslıklarla eşlik ediyordu ona. Saatler sürdü düğün alayı. Gece olup da el etek çekilince herkes evine dağıldı. Gözümün yaşı avuçlarıma düşerken, pencereye odakladığım bakışlarımla Hak yolundan deva bekliyordum. Bir umut, bir umutsuzluğa karışıyordu. Kapı aralandı. Abdo içeri süzüldü. Yüzünde çirkin bir gülümseme! Baş aşağı süzüyordu beni ‘korkma kız! Benim…’ diyordu. ‘karım oldun artık öyle el gibi ne duruyorsun. Gel şöyle yanıma’ Bana doğru birkaç adım attı. O üzerime geldikçe ben geriye doğru adım atıyordum. Korkuyordum. Bakışlarından tiksiniyordum adeta. Duvardan ötesine adım atacak yerim kalmadı. Kolumu sertçe tuttu. Sinirlenmişti bu köşe kapmacadan. ‘ehhh! Nazlanıp durma sende!’ derken yüzüme şiddetli bir tokat savurdu. Yere kapaklanmıştım. Başımı kaldırıp ona baktım. Gömleğinin düğmelerini söküyordu. Başımı çevirip sağ tarafta kurulu olan çilingir sofrasına baktım. Gözüme meyve tabağının kenarındaki bıçak ilişti. Bir kaç saniye içerisinde olmuştu her şey. Hızlıca döndüm, bıçağı aldım ve O beni kendine çektiği sırada elimdeki bıçağı olağanca bir hızla Abdo’nun karnına sapladım. Acı bir feryat kopardı. İncecik sesi ile odayı yankılandırmıştı. Evde bizden başka kimse yoktu. Ama muhakkak sesini duyan olmuştur diye düşündüm. Ellerim, ayaklarım neredeyse tüm bedenim tir tir titrerken bıçaktan elimi çektim. Yere yığılmıştı. Ellerim, gelinliğim kana bulanmıştı. Parmaklarımdan sızan kanlarla eteğimi topladım.
Kendimi evden dışarı attım bir hışım. Bahçe kapısından dere boyuna inen yola çıkacaktım. Nereye gidecektim? Ne yapacaktım bilmeden koşmaya başladım. Aceleden ayağım çıplak çıkmıştım evden. Korkum acımı bastırıyordu. Ayağıma batan taşlar, dikenler sık sık durmama sebep olsa dahi varmıştım dere kenarına. Derken arkamdan tanıdık bir ses üç kez adımı zikretti. Şaşkınlıktan sesim çığlık gibi çıkmıştı. ‘Memed! Memed ben…’ ellerimi gösterdim. Hemen anlamıştı. Ötedeki ağaca bağladığı atının yularını sökmeye başladı. Şaşkındı. Belki o da korkmuştu. ‘tamam Aygül’üm. Tamam korkma! Seni götüreceğim buradan’ saniyeler asırlar gibi ağır ilerliyordu. Memed atına atladı, bana elini uzattığı sırada üç el silah sesi işittim. Kulaklarım sağır oldu sandım o an. Çınlamayla ve uğultu bir şeklinde duyuyordum atın acı ile inlemesini. Ziya Emmi yetişmişti bize! Birini ata ikisi de Memed’imin sırtına saplamıştı. Yiğidim yığıldı yere… Bir çığlık koparttım. Evlerin ışıkları yanmaya başladı bir bir… Önde Ziya Emmi ardında annem üzerimize gelen bir kalabalık büyüyordu dere boyunda. ‘seni yosma! Sen kahpe! Sen benim oğlumun canını aldın he mi?’ diye bağırıyordu. Yanıma gelip yüzüme okkalı tokatlar savurmaya başladı. Tekmeler savuruyordu, oğlunun kanının bulaştığı karnıma. Tabancasını çekti. Namlu göz hizamdaydı. Yarım yamalak konuşmalar, annemin çığlıkları, köylünün şaşkın bakışları arasındaydım. Tek kelam çıktı ağzımdan ‘ben Memed’in yolundan çıkamazdım anne. Hak helalin ver kurban olayım…’ annemi ikinci defa acıdan toprak avuçlarken ve dövünerek yaş akıtırken orada görmüştüm. ‘Aygülll…’ çığlığı kurşun sesi ile karışmış, daldaki baykuş havalanmıştı. Ben o gece o dere boyunda bir değil bin defa öldüm. Sevda suçu müebbet, kötülük baki bu cihanda.
Yorumlar
Yorum Gönder