"Ozanlık bıçak sırtı bir yolda at koşturmaktır."

 Yüzyıllardır üzerinde yaşadığımız topraklarda çok iz bıraktık. Gül dalında biten diken de bizdik goncasına ağıt yakan bülbül de. Bu cihan-ı vahdette; Hz. Nuh’u tufandan, Hz. İbrahim’i ateşten, Hz. Yusuf’u kuyudan kurtaran Allah bize hayat yolları bahşetmiştir. Bu yollarda inançlar uğuruna bir düzen tutarız. Bu yollar ki bin bir çiçekli bahçe misali bir kültüre harmandır. Nice obaların bağrından kopup gelmiştir çorak topraklardan Anadolu’ya. Bir ağıttan, bir türküden bir öyküden çıkıp gelmiştir. Dağlar eritmiş, çöllere düşürmüş, saraylar fethetmiştir. O çağlardan bu çağlara devrilen, değişen ve her değişkende olduğu gibi bize atadan deden kalan kültür mirası da zaman içerisinde değişmiştir. Eskilerin inancında yazılı gelenek yerine âşıklık geleneği vardı ve Âşıklık geleneği, süre gelen zaman içerisinde temelini oluşturan aşıkları Seyyid İmâd'ed-Dîn Nesîmî, Yemini, Fuzûlî , Şah İsmail Hatai, Virani, Pir Sultan Abdal ve Kul Himmet’in 7 Ulu Ozan olarak anılıp tanınmasına vesile olmuştu.  Lakin Telli Kur-an olarak görülen bağlama alevi toplumu için büyük önem arz etmekteyse de bugün özellikle Alevî-Bektaşî geleneğinin ibadet kılavuzu olmaktan öteye geçmesine mahal verilememiştir. Öyledir ki bağlama asla yere bırakılmaz, duvara asılıp baş üstünde  tutulurken bugün popülerizm olarak nitelendirdiğimiz dünya döngüsü içerisinde varlığını yitirmenin kıyısına gelmiştir. Notalarla can bulan ve halk edebiyatının incilerinden olan koçaklama, güzelleme ve aruzlu türküler başlığı altında saz şairlerinin aruz kalıpları ile yazdıkları şiirlerden Divan, Semai, Kalenderi ve bu benzeri türler günümüz coğrafyasında adeta yerle yeksan olmak üzeredir. Bugün hala edebiyatta ve müzikte bu eserlerden ve âşıklık geleneğinden söz edebiliyorsak bu, geleneğin son temsilcilerini örnek alan bir avuç insandan sebeptir. Akla gelecek en belirgin soru şudur ki; içerisinde bulunduğumuz coğrafyaya ait köklerden nasıl koptuk?

Anadolu’ya güvercin kılığında gelen Hacı Bektaşi Veli ulu bir bilge insan olarak kabul edilmişti ve dillere pelesenk olmuş kâmil insan olma temellerine Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin vardığına inanılmaktaydı. ‘Kul Tanrı’ya 40 makamda erer, ulaşır, dost olur’ demişti, pekâlâ biz erdik mi bu makama? Yoksa uluların divanında eski bir çaput olmaktan öteye geçemedik mi? Oysaki çocukluğumuz boyunca dinleyerek yol aldığımız masallarda daima iyilik görüyordu insanlar. Bu büyük iyilik ki kötü karakterlerin yüreğini yumuşatıyordu. Saray kapıları ardına kadar açılıyor, prensesi Keloğlan alıyordu. Uzayan burnu için kızdığımız Pinokyo’yu yaş aldıkça anlayacağımızdan habersiz Nuh'un gemisine doluşan hayvanların yeni bir dünya kuracak olmasının umudunu içerimizde yeşertiyorduk. Dünyanın sonu da gelse bize yeni bir gün doğacaktı, umut bâki, insan hâk yolunda “enel-hak"tan ötesi değildi. 

Sonra zaman, yükledi hızını turna kanadına. Saltanatlar çöktü, devrimler başladı. Şehirler kurduk. Toprak yazgımızın en temel taşıydı. Çukurova’nın dikenli pamuk tarlalarından, İstanbul’un Kız Kulesi efsanelerine uzandık. Dünya değişti, gelişti. İcatlar çıkardı insanoğlu, hep daha ilerisi için yarıştı. Tüketmenin çılgın serüveni bizi de tüketti. Çocukluğum bir masalın en sancılı yanında asılı kaldı, ruhum kopuzdan saza devrilen bir enstrümantal ezginin peşine takıldı. Dedeleri toprağa verdikçe soyundan gelen torunları emaneti taşıyacak güçte ve inançta değildi. Kültürü yaşatmak ise içinde kâmil insan taşıyanların bahtına düştü. 




(Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun OZAN adlı eseri)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Denize dökülen bir pınar gibi,

Kanadın da kaderi kırılmak,

Tanıdığım bir ağaç var,