GÜL DİBİNDE GÜL’İZAR


‘’Söğüdün dalında mor eşarp. Yel silsilesi tarumar etmiş obayı. Gül yüzlü, al yanaklı, can Gülizar. Kalbine hançer sapladın da Ulu divanın yolundan mı ırak edildin? De bana da Gülizar, dem-i devranda gurbette düşüşün nedendir? Saf bir meydir, bunun bir şişesi, gel Saki’n olayım, zahirine al katayım. Ben Gülizar’ımın yoluna kurban olayım. İlle de dersen ki has bahçaya koşayım. Selam eğle Kaf Dağının ardına. Söyle, vurmasınlar kuşları kanatlarından. Gözümün pınarından akıtacak yaşım tükendi. Gayrısına dayanmaz fukara göğünüm. Kör zindanlarda çürüdü eti insanoğlunun. Kuyuya atılan Yusuf gibi karanlığa gömülmedin mi Gülizar’ım?  Sabr-ı Cemil’den başka bir şey düşmedi payımıza. Tuz kadar sevdiğimiz babamız değil miydi, burnumuzdan tuzlu sular akıtan. Âdemlerin karanlığa saplanmış, karındaşının karnını deşmiş ya Hak! Bu canım kurban ola! Kulak veresin sana avuç açan yetimlerinin haykırışına. Sen ki var edensin, coşkun suları taş kayalardan akıtan, karlı dağ yamaçlarında güneş olup da doğan, bir duada sabra vesile olan. Ben çıkamadım içine düştüğüm kuyudan ya Hak. Sen Gülizar’ı mahrum bırakma ayının şavkından.



Dört kapıdan geçtim. Han kapısı desen değil, el obası desen değil. Üzüm hoşafından bir bade alana, başladı erenlerin düğünü. Anlamazlar ya Hak! Döner dururuz senin kâinatının ekseninde. Döndükçe aşk tutarız, can buluruz. Bilmezler ki bizde âdemoğluna aşka düşmek yoktur. En büyük aşk, sana uçan turna kuşunun yoluna düşüşümüzdür. Hangi insan ki severse bu cihanı, sen var ettiğin içindir. İçinde kin tohumları olanlardan koru ya Hak. Onlar ki iflah olmazlar, akıl erdirmezler sevgiden içeri. Oysaki senin cennetinden taş çalanlardır Gülizar’ımın iffetine taş atanlar, leke sürenler, göz dikenler.

Gül yüzlü, Gülizar’ımın vebalini kes ya Hak! Kırk parçaya bölünmüş yüreğime şifalı sularından ver, ben de niyaz olayım aşkının yolunda. 

**

Hüseyin dede oturduğu minder üzerinden ayağa kalktı. Gözlerinde tek damla yaş yoktu. Zahir kanı içine akıyordu. Ölen kızından geriye duvarda bir fotoğraf bir de söğüdün dalında asılı kalmış mor eşarp vardı. Ahaliden çıt çıkmıyordu. Hüseyin dede duvardan curası alıp, kalktığı minder üzerinde yeniden bağdaş kurdu. Önce tellere sonra yüreklere dokudu.

O sustu, ahali sustu,  hoyrat esen yel sustu… Başladı uluların divanı…


Bülbül yuvan yıkıldı mı
Yavrun yere döküldü mü
Ölüm sana dokundu mu
Gelsin bir hoşça yanalım

Nesimi döğünsün taşlar
Akıtalım gözden hep yaşlar
Hakk tanıktır hey kardaşlar
Gelsin bir hoşça yanalım

Kul NESİMİ

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Denize dökülen bir pınar gibi,

Kanadın da kaderi kırılmak,

Tanıdığım bir ağaç var,